Yazamam ki… Çünkü ben, Sen’i yaşamadım ki… Her yazdığım, “yaşadığım” değil, ama belki…
Zaten, taklit edemiyorum… Öyle tahlile de gücüm yok Sen’i… Sadece hayal benimkisi… Sen gibi yaşamaktan, Sen’i anlamaktan uzaklarda… Sadece hayal…
Uzaklarda dediysem, öyle çok da uzak değil aslında… Hatta pek ilginçtir, ama birçok sözüme ve görüşüme delil yapmışımdır Sen’i… Örnek diye Sen’i vermişimdir… İdeal diye Sen’i sunmuşumdur… Bunca ayrılığıma karşın, apayrı kalmamışımdır Sen’den… Bunu, Sen’in beni sevişine bağlıyorum, zira “Kişi, sevdiğiyle beraberdir.” buyuran Sen’sin.
Madem, ben taklit edecek kadar bile sevememişken, Sen bunca dilimdesin; o halde, beni seviyor olmalısın. Ve bu beraberlik de, Sen’in beni sevişin hürmetine olmalı. Yani ben Sen’inle değilim evet, ama Sen, benimle berabersin.
Bu aynı, “…Ben, kuluma şah damarımdan daha yakınım!” (Kâf, 16) buyuran Rabbimin hâli gibi… Şöyle ki: O bana şah damarımdan daha yakınken, ben çoğu zaman O’ndan gâfil kalırım… Ve O’nunla bunca yakın oluşumuz, benim O’na duyduğum sevginin değil, O’nun bana duyduğu şefkatin neticesidir.
“Ümmetim, ümmetim!” feryâdıyla, en zor zamanında bile beni duânın içine katışın da gösterir ki, Sen beni seversin. Hatta bana “Kardeşim!..” hitabıyla, asırlar öncesinden seslenişin de bundan. Ve işte Sen’i, bu yazı vesîlesiyle hayal etmeye durmam da, yine O’nun bir lütfudur ki, pek âlâ başka bir durumda bulunuyor da olabilirdim.
Şimdi, mahzun bir çocuk canlanıyor hayalimde… Hani, babasını daha doğmadan yitirmiş; anasını ise, o kucaklanıp sevilmeye pek de muhtaç yaşında kaybedince, yalnız ve mahzun kalmış bir çocuğun bakışı... Bu bakış, öylesine yakıcı geliyor ki bana, üstelik ne öksüz, ne de yetim değilken; bu iki hâlin ne anlama geldiğini hiç bilmemiş biriyken, gözlerim doluveriyor…
O mahzun çocuğun, bir Nisan ayında doğuşu geliyor sonra aklıma… Seninle aynı ayda doğan arkadaşlarım, sanki Sen’in “sıkıntı çekme” sünnetini pek yoğun yaşıyor gibiler… Aklıma pek imtihanlı geçmekte olan bir ömür geliveriyor, biri “Nisan’da doğdum.” deyince… Bu ayın başında doğanlara “Koç” diyorlar. O çileli arkadaşlarıma, “Koçum benim!” deyip, espriyle karışık tesellî vermeye çalışırken, hep bir kolaylık ve kavîlik duâsı ediyorum gizlice… Bir yandan, Sen’deki kavîlikten eser taşıdıklarını seyredip, saygı duyuyorum onlara…
Babasız olduğun için sütanne bulmakta zorlanışın, dedeciğine sığınışın, düşmanların daha çocukluğunda kıymetini fark edip peşine düşmüşken, amcan Ebû Leheb tarafından horlanışın geliyor sonra aklıma… Sen’i fark etmiş olmak, düşmanlarına hayır getirmemişti… Sen’i fark etmemiş olmak da amcana… İşte o vakit, uyanıklığın da, uykunun da hayırlısını diliyorum tekrar tekrar...
Pek genç yaşında, onca emîn bir kişi olarak Hatice’ye tavsiye edilişin, ardından, aynı Hatice’ye, zevc olarak lutfedilişin… İlk vahyin titretişiyle evine koşman ve:
“– Beni örtün!” diyerek seslenişin canlanıyor gözümde… “Heybet” ve “korkuyla titreyiş” aynı bedende kendisine bu kadar yakışan ikinci bir insan gelmiş midir diye düşünüyorum…
Huzurunda, heybetinden titreyen birine:
“– Korkma, ben Kureyş’ten, kuru et ve ekmek yiyen bir kadının oğluyum!..” diyen o rahatlatıcı tavrını… Vazgeçmeni isteyen amcana:
“– Bir elime hilâli, diğerine de güneşi verseniz, yine de dâvâmdan dönücü değilim, ya bu dâva muzaffer olur, ya da ben bu yolda ölür giderim!..” diyen kararlılığını…
Mescide pisleyen bedevîye gösterdiğin, ana şefkatinden kat kat öte merhametini… Sırtına işkembe yükleyen gâfile gösterdiğin eşi bulunmaz sabrını… Ve gözbebeği kızın Fatıma’ya, onca sevmene karşın, dünyalık hususlarda tâviz vermeyişini hatırlayıveriyorum işte…
Nedense, sevdiklerini toprağa verirken ağlayışından ziyâde, geride bırakıp gittiklerinin hâli geliyor gözlerimin önüne…. Nedense, ağlayışından ziyâde, sana ağlayanların hâli acıtıyor içimi… Belki, Sen’den geriye kalmışlardan biri olduğum içindir, Sen’den ayrılmayı yaşamışların hâlini az-çok hissedivermem…
Seni, hiç görmeden; sadece yaptıklarını ve yaşadıklarını duyarak tanımaya çalışmak tuhaf… Seni bizzat görüp, dokunup, kokunu duyup, sözlerini senin meclisinde, senin sohbet halkanda dinleyip de senden ayrılmış olanlar, şüphesiz pek çetin bir imtihan, pek ağır bir acı yaşamışlardır. Fakat bu ağırlık, elbet Sen’inle birlikte bulunmanın hazzına ait bir külfettir. Kendimi, hem o hazdan, hem de o külfetten uzakta hissediyorum. Hani biraz, Medine’ye, Sen’i ziyarete gidip gelen hacıların yüzünde oluyor sanki o acı… Ve ben bunu da anlayamıyorum, çünkü oralara gelmişliğim hiç yok…
Zaten, öyle aman aman bir özlem de yok içimde, yanına gelmeye dair… Ben, Sen’i özlemeyi pek bilmiyorum… Sadece, özlemlerim arasına zaman zaman giren bir düşünce gibisin… Sadece bir-iki sefer, Medine’ye, yanına gelmeyi, oralarda sırf sana hürmet duygusuyla yalınayak yürümeyi ve topraklarının sıcağıyla ayaklarımın yanmasını… Sonra bir duânla o yanıkların geçivermesini hayal etmiştim, o kadar… Sonra, Sana dair yanıklık ya da özlem adına her ne varsa geçti gitti… Ben hasret denince, sevda denince Sen’i hatırlamıyorum ki… Sana yanmıyorum ki ben… Ve içinde bir yanık sızısı bile yokken mektup yazmak Sana, öyle zor ki…
Ben Sana tâbi de değilim hem… Tâbi olmak sevmekle olur... Ben Sen’i sevemiyorum ki… Âişe’ninki gibi bir kıskançlık var içimde… Ama kıskandığım Sen değilsin. Sen değilsin, ismi anılınca içimi titreten… Sen değilsin, ayrılığıyla burnumun direkleri sızlayan. Ve Sana karşı böylesi donukken, yazmak Sen’i, öyle zor ki…
Hani, hayal ediyorum ara sıra ama, diğer tüm hayallerimden vakit kalırsa… Öyle, arada bir yerlerde… Öyle, boşluk doldururcasına… Esas hayalim, biricik özlemim değilsin… Özlemek denince, aklıma gelen Sen değilsin…
İşte bak gör, nerelerde geziniyorum ki, yolum da yurdum da uzak görünüyor Sana.… Yazdığım şu yazı da belki, uzaklığımı ve yabancılığımı îtiraftan ibaret… Hani tevâzulu tavır, kişiyi güzelleştirir ya… Hatta belki tüm bu dediklerim, birilerinin gözünde güzelleşmek arzusundandır, bilmiyorum. Hani, ben Sana uzaklığımı haykırdıkça, insanların beni Sana yakın sandıklarını fark etmişimdir de belki, bundan yapıyorumdur bunca lakırdıyı... Ne fenayım değil mi!? Ama yine de, hiç değilse, Sana yakınlığın iyi bir şey olduğunu fark etmişim….
Yoksa, kime ne yakınlığımdan ya da uzaklığımdan! Kime ne faydası var, Sana sevdalanmamın... Ve kime ne zararı var, Sana el gibi kalmamın… İşte şu, hissettiği ve hissetmediği her şeyi, gevezelik ederek ortaya dökme huyumun bir neticesidir belki bu da… Böylece, herkese, her hâlimle âyân olmanın bir devamını yaşıyorumdur belki...
Günlerdir Sen’inle ilgili bir yazı yazmam gerekiyordu ve ben ne yazacağımı bilmeden, bekliyordum. Sen’den bahseden bir yazı yazmak mecbûriyetinden ötürü pek ağırlaşmıştım. Zira, konu Sen olunca, öyle bir hadsizlik, öyle bir boşluk, öyle bir seviyesizlik çarpıyor ki, benden bana, yazmak bile istemiyordum. Ne yazabilirdim ki, Sana dair, uzaklığımdan başka… Zaten bak, şimdi, ellerim kendiliğinden yazıyor sanki… Sen’i değil, Sen’den ayrılığımı yazmaya başlayınca işim kolaylaşıyor…
Oysa, az çok tadını tatmışımdır sevmenin… Sevince nasıl da dökülür kelimeler kağıda, az çok bilirim… Ve bilirim ki, Seni sevemediğimi yazmaktan başka çıkarım yok, bu noktada… Sana methiyeler ve şiirler döktüren âşıkların neler hisseder, nasıl bir ateşle yanar, hiç bilmem ben. Sen hiç, “Ne yana baksam gördüğüm, biricik güzel!..” olmadın benim için... Sen hiç, gözümün biricik perdesi olmadın. Her baktığımda gördüğüm “yegâne sevgilim” olmadın ki hiç…
Hem, karnı açlıktan hiç sırtına yapışmamış, karşısına çıkan densizlere karşı Sen’in gösterdiğin sabrın zerresini bile, neredeyse hiç göstermemiş… Bir hurmayla doymasını bilmemiş… Bir “söz taşı”na, başka bir “söz taşı”yla karşılık vermekten geçmemiş biri olarak ben, Sen’den aşkla bahsetmeye kalksam ne çıkar!?
Tâif’te taşlanışın ve buna rağmen sadece ellerini açıp, o kişiler için hayırlı bir nesil dileyişin, benim için çok uzaklarda bir hâl iken, Sana dâir sevgi cümleleri kursam ne çıkar?!
Sevmek, benzeşmek değil midir?
Kara gözlerinden, ay parlaklığını kıskandıran teninden, gül kokundan, inci dişlerinden, o hafif dalgalı saçlarından, hasır izi çıkmış gül yanağından hangi yüzle bahsedeyim ki!? Yumuşacık yastıklarda gömülüp kalmış, uykulu yüzümle mi?!
Geceleri namaz kılarken şişen ayaklarını hangi yüzle anayım… Ayaklarım namaz kılmaya gitmekten bile bunca âciz kalırken, üstelik “namaz kılmaktan yorulmak” nedir, hiç bilmez ki... Bunca bilmezlikle, Sen’i yine de dilime dolasam ne çıkar!? Bu, gevezelikten başka bir şey mi olur?!
Yediği önünde, yemediği dolaplarda bekleyen biri olarak ben, nereden bilebilirim ki, yarının rızkı için endişelenmemeyi ve kapısına her kim gelirse gelsin boş çevirmemeyi… Kendi açlığı pahasına, bir başkasını doyurmayı ben ne bilirim. Böylesine bilmezken, şimdi, sırf yazılması gerekiyor diye yazıyorsam Sen’i, ne çıkar?!
Evet, konu Sen olunca yazmak, bana çok ağır!.. Ama işte! Sözü uzun etmeye gerek yok! Hâlim, vaktim, vaziyetim budur!..
Alnımda böylesine etiketten ibâret kalmışken «ümmetlik», nasıl olur da:
“– Ya RasûlAllah ! Ben senin ümmetindenim! Bana da şefaat et!..” derim?! Ama ben yine de derim ha, pek edepsiz ve pek pişkinim!
Rabbimin Sevgilisi! Ben, Canımı bile işte böyle yarım yamalak, laftan ibaret bir sevgiyle severim. O hâlde, gel, Sen bu kötüyü, sana yakışan rahmetle, pek derin, yine de sev, ki Sen sevmezsen, “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” sözünün müjdesine dâhil olmam mümkün değil…
Bunca ayrılık içinde, tek bir şey var; işte, ondan şeksiz şüphesiz eminim: Hâlimin manzarası ne olursa olsun, Sen’i andığım her andan, mutlaka haberdarsın…. Ve selam göndermeye muktedir oluşumun biricik sebebi de ancak, Sen’in hasretle bekleyişindir….
* * *
O hâlde, ey vazifeli melek! Hadi, her zaman yaptığın gibi, götür selâmımı, o kadrini bilmekten âciz kaldığım Rasûller Efendisi’ne!.. O saf kula, o arş nuruna götür!
De ki:
“– Ey Allah’ın sevdiği! Ümmetinden Neslihan Nur’un selamı var… Seni sevmekten âciz kalmış… Mahzunmuş, ama masum değilmiş; paklığını, saflığını yitirmiş… Hem ilmi, hem ameli, hem ibadeti eksikmiş… Kendisi de bıkmış bu hâlinden ama… Öyle-böyle, yine de arkandaymış… Yine de dilinde adın varmış… İşte, yine dilendi, yüzsüzlüğüne yüzsüzlük ekleyip, hem utanmadan, bir de şefaat diledi…
Salat ve selam Sana olsun!..” dedi, “Ey Allah’ın habibi! Salât ve selâm sana olsun…”