Kur'an-ı kerim'in onbeşinci sûresi. Mekke'de nazil olmuştur.
Sadece seksen yactedinci âyeti Medine'de inmiştir. Doksan dokuz âyet,
altıyüz ellidört kelime ve bin yediyüz yetmiş bir harftir. Fasılaları
Lâm, mim ve Nundur. 80-84. âyetlerinde Hicr halkından bahsettiği için
bu ismi almıştır. Hicr, Medine-Şam arasında bir yerdir. Semud kavminin
başkenti olan bu şehrin harabeleri hâlen el-Ula şehri yakınlarındadır.
Sûrenin konusu, çeşitli dönemlerde peygamberleri yalanlayanların
uğradıkları âkibettir. İşlenen konuların tamamı bununla bağlantılıdır.
Sûre, şeytanın Adem'e secde etme emr-i ilâhisine karşı koymasından,
Nuh, Hûd, Sâlih Lût, Şuayb ve Hz. Musâ'nın kavimlerinin onları
yalanlamalarından misaller vermekte ve bu yalanlamaları sebebiyle
uğradıkları azabı dile getirmektedir.
Hz. Muhammed (s.a.s) de yıllardır kavmini davet etmesine rağmen
müşrikler onu yalanlamaya devam ediyorlardı. Sûre, bu hususta
kendisinin yalnız olmadığını; geçmiş peygamberlerin de kavimleri
tarafından yalanlandıklarını haber vererek onu teselli etmekte ve azmi
bilenerek davet ve tebliğe devam etmesi gerektiği dolaylı olarak
anlatılmaktadır.
Geçmiş kavimlerden özellikle Lût halkından misaller anlatılırken bir
yanda da Allah'ın birliği, âhiret, peygamberlik, Kur'an'ın Allah'ın
kitabı olduğu gibi inanç prensiplerinin gerekçeleri ve bu prensiplerin
gönüllere yerleştirilmesi için eğitici bir üslûp takip edilmektedir.
Sûre, konusuna uygun olarak bir uyarı ile giriş yapmaktadır: "Elif,
lâm, râ. Bunlar Kitabın ve apaçık Kur'an'ın âyetleridir. Bırak onlar
yesinler, eğlensinler: arzû onları oyalasın. Yakında (yaptıklarının
kötü sonucunu) bileceklerdir" (1-3).
Aslında onların hak davayı yalanlamaları, hak davanın isbatına dair
delillerin eksikliğinden değil, inatlarından dolayıdır: "Onlara gökten
bir kapı açsak do oraya çıkacak olsalardı: Herhalde gözlerimiz
döndürüldü; biz büyülenmiş bir topluluğuz' derlerdi" (14-15).
Peygamberlerin davetine karşı çıkanların durumu hep budur. Bugün karşı
çıkanların da yolu aynıdır. "And olsun, senden önce, evvelki
(millet)lerin kolları içinde de elçiler gönderdik. Onlar hiçbir elçi
gelmezdi ki, onunla alay etmesinler " (10-11).
Sûre bu arada Allah'ın kudret ve azametine dair deliller sergiler.
Gökleri yaratıp onları yıldızlarla süsleyenin, yeri yaratıp döşeyenin,
insanların geçimlerini sağlamak için gerekli imkânları hazırlayanın,
öldüren ve diriltenin, en sonunda insanları hesaba çekecek olanın Allah
olduğu anlatılır (16-25).
Bunlar anlatılırken bir yandan hak davayı yalanlayanlara verilecek
azâba Allah'ın muktedir olduğu mesajı verilirken, diğer taraftan böyle
bir kudrete ve azamete sahip olan ve bütün imkânları insana bağışlayan
Allah'ın gönderdiği elçilere karşı çıkanların azabı hakketmelerinin
gerekçesi de anlatılmış olmaktadır.
Surenin bu kısmında hak dâvaya karşı çıkanların önderi durumunda olan şeytanın isyanı ele alınır.
Şeytan da inadından böbürlenip isyan etmiş ve aslının ateşten olduğunu
ileri sürerek topraktan yaratılmış olan Adem'e secde etmeyeceğini ileri
sürmüştü.
Soy-soplarıyla övünüp peygamberlerin getirdiklerine aldırış etmeyenler
ibret alsın. Bu iddiada onların önderi şeytandır (bk. el-Bakara,
2/30-39- en-Nisâ, 4/117-120; el-Araf, 7/11-25).
Halbuki şeytanı ateşten ve Âdemi topraktan yaratan Allah'tır. Hiçbir
yaratık, neden yaratılacağına, hangi soydan gelmesi gerektiğine kendisi
karar vermiş değildir. Neden yaratılmış olursa olsun ve hangi soydan
gelmiş olursa olsun, ona yaraşan yaratıcısının emirlerine itaat
etmektir.
Şeytanın isyanı, onun samimi kullar üzerinde bir etkisinin olamayacağı,
sadece azgınları peşinden sürüklediği (31-42) ifade edildikten sonra
geçmiş kavimlerden peygamberlerini yalanlayanlardan misaller verilir.
Bu sebeple helâk oldukları anlatılır (51-79). Nihayet, sûrenin ismini
aldığı Hicr halkı gündeme getirilir. Diğer mukaddes kitaplarda ismi
geçmeyen bu kavim hakkında şöyle buyurulur: "And olsun Hicr halkı
(Semûd kavmi) de peygamberleri yalanladılar. Onlara âyetlerimizi
verdik, ama onlardan yüz çeviriyorlardı. Dağlardan güvenli evler
yontuyorlardı. Sabaha girerlerken onları da (o) korkunç ses yakaladı.
Kazandıkları şeyler kendilerinden hiçbir şeyi savamadı" (80-84).
Sûrenin sonuna doğru hitap Hz. Peygamber (s.a.s)'e yöneltilir. Allah'ın
kendisine verdiği büyük nimet: Kur'ân nimeti hatırlatılarak, dünyalık
elde edenlerin bu elde ettikleri şeylere gözlerini dikmemesi mü'minlere
şefkatli davranması hiçbir şeye aldırmadan emredileni açık açık tebliğ
etmesi emredilir: "O halde sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve
müşriklere aldırma" (94).
Peygamberin görevi, hiçbir gerçeği gizlemeksizin dinin tamamını açık
açık tebliğ etmektir. Peygamber, dinden olan bir şeyi, insanların bir
kısmına anlatıp diğerlerinden gizleyemez. Bu onun kendi görevini yerine
getirmediğin anlamına gelir. Kur'an'da bu husus, hiçbir şüpheye yer
bırakmayacak şekilde ifade edildiği halde ne gariptir ki kimileri,
iddialarınca dinin kabuğu mesabesinde olan şeyleri insanlara tebliğ
ettiğini, özü durumunda olan şeyleri de ancak sayılı birkaç kişiye
tebliğ ettiğini ve bu tebliğinin gizli bir yolla olduğunu, gizli yoldan
gelmiş olan bu ilme kendilerinin de sahip olduklarını söyleyebilmekte
ve ne yazık ki cahil ve gafil nice kişiyi peşlerinden
sürükleyebilmekteler.
Sûre peygamber (s.a.s)'e yöneltilen şu tavsiyelerle son bulmaktadır: "O
alay edenlere karşı biz sana yeteriz. O, Allah ile beraber başka ilah
edinenler yakında (yaptıklarının sonucunu) bilecekler. Andolsun
biliyoruz, onların söylediklerine senin göğsün daralıyor (canın
sıkılıyor). Sen Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol. Ve
sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabb'ine kulluk et" (95-99).